Every human being on earth, has the right to dream freely. Including, bastards, alcoholics and even idiots.

Melaba!

Bu blog'un yazarı, bu blog'la ilgili hiç bir şey vaad etmediği gibi, eşek sıpasının da tekidir. Bi hayrını görmezsiniz. Yaralı parmağa işemez yani. O derece...
25 Kasım 2010 Perşembe




Çükünü en çok seven adam kimdir?

Tuvalete girdikten sonra değil, girmeden önce ellerini yıkayandır!!!!


Diyarbakır'da bir garip Blues..

17 Kasım 2010 Çarşamba

Uzun bir aradan sonra merhabalar gençlik. Referandumdan beri yazmamışım nerdeyse caanım blog'uma.. Referandumda yazdığım şeylerin de hafif alkolün etkisi (hafif?!), hafif hayalkırıklığı, hafif yenilgiyi hazmedememe, hafif ".mına koduum çocukları" etkisi altında olduğunu düşünürsek, bayadır doğru dürüst bişi yazmamışım. Ondan öncekilere de baktım, Youtube'dan video koymuşum, yok iki satır reklama sövmüşüm falan filan..


Yalan yok, aklıma çok bişey gelmiyodu. Gelen de ya hemen kaçıyo, ya bi süre sonra güzel gelmiyo, ya da uyanınca alkolün etkisiyle beraber unutuluyordu. Ama şimdi tam internet cafeye gelirken(değirmendere'de internet cafe'den bağlanıyorum, evet..), aklıma gelen, başımdan geçen bir olayı paylaşayım, blog'u biraz şenlendireyim, hareketlendireyim dedim..


Ekim ayının tamamını ve Kasım ayının bir kısmını Efes Pilsen Blues sanatçılarının rehberliğini yaparak geçirdim. 20 şehirde, 26 konser boyunca, çoğuna benim de ilk kez gittiğim şehirlerde Kaliforniya'dan, ne biliyim New Orleans'dan gelen adamlara rehberlik ettim. Vay efendim yemekleri anlat, içinde et var mı yok mu onu kontrol et, aman rakıyı fazla kaçırmasınlar, sıcak içmesinler, sahnede havluları suları eksik olmasın falan filan diye diye, Türkiye yollarında 40 günü bitirdik. Bu konuda en muzdarip olduğum olay ise, yemekler hakkında yaptığım açıklamalar ve bunların çoğunlukla boşa gitmesi oldu. Lan ben sana şimdi Mıhlama'yı nasıl anlatıyım, Künefe'yi nasıl anlatıyım. Biz de o gada bilmiyoz. Yiyoz, gidiyo.. En fenası da canhıraş, 3 kuruş İngilizce'yi parçalayarak yemekleri açıkladığım sürenin sonunda, "Eaahh, I'll go with the chicken wings I guess.." cümlesini duymak oluyodu. Lan olm, tavuk kanadını her yerde yersin. Bi daha hamsili pilavı nerde görcen. Bi dadına bak.. I-ıh.. "Ayl go vit dı çikın vings.." Hadi git bakalım nereye kadar gideceksin tavuk kanadıyla.. Hayvanın canlısına hayrı yok kanatların, uçamıyo bişi yapamıyo, seni nereye gada götürecek acaba..


İşin şakası tabi bunlar.. Adamların hepsi nutella gibiydi. Zaten turne kafası öle bişeymiş, bi yerden sonra hayat o otobüsten ibaretmiş gibi geliyo, hepsiyle bacı-gardaş, TRT 1 dizisi gibi oluyosun. Öööle de gidiyo turne.. Ayrılırken üzülüyosun falan filan.. Nese..

Asıl mevzu o diil. Asıl mevzu benim Diyarbakır'da, çorap satan bi esnafla yaşadıklarım. Şimdi bi kere Diyarbakır hakkaten çok acaip bi yer. Başka bi yer. Adamlar bambaşka bi kafada.. Mesela adamların bi özelliği var. Adam; bakıyor. Bakıyor ya.. Bıkmadan, sıkılmadan, usanmadan sana bakıyo. Bi tanesi 20 dakika boyunca gözlerini ayırmadan baktı. 3 tane de sigara içti. Ne ifadesi değişiyo, ne hareket ediyo. Bakıyo.. Katıksız.. Sadece bakıyo.. Saçlar, kot ceket falan zaten efsane, hiç onlardan bahsetmiyorum..

Her neyse, Diyarbakır'da olduğumuz vakitler, turnenin yarısına falan tekabül ediyo. Ben tabi daha önce hiç 40 günlük çanta hazırlamamış biri olaraktan, ayarı kaçırmışım.. Turne bittiğinde hala daha 4 tane kullanılmamış boxer'ım vardı fakat 2 kere yıkattığım halde bir tane bile tişörtüm kalmamıştı. Buna mukabil, çorap olayını da tutturamamışım. Bi giydiğin çorabı bi daha giymek mümkün değil. Hele ki bütün gün ayaktasın, hele ki deli gibi koşturuyosun, bi de onlara üstüne benim ayak kokusu ortalamalarımı ekle.. Çöpe atıp, çıkıp gidiyodum otelden anasını satıyim..

Dedim ki, otel zaten çarşının içinde, şurdan bi 8-10 çift çorap aliyim, turneyi bitiririz(İzmir'de tekrar çorap almam gerekeceğini hesaplayacak zekaya hala ulaşamamıştım.) Çıktım dolanıyorum bakışlar altında, sanki Madonna'yım .mına koyim.. Bakıyolar ha bakıyolar.. En son bi tanesine dedim, "Ne bakıyon lan düdük! İlla kırdırcan mı suratını bana!!" diye bi ver ettim tokadı. Nası vuruy... Şaka lan şaka.. Adamın özünü akıtırlar kulağından. Dedim ya, havası tehditkar şehrin.


İlk gördüğüm işportacı çorapçıya yaklaştım. Baktım Nike çoraplar göz kırpıyo bana ordan. Orjinal olduğundan %100 emin bir şekilde hedefe doğru yöneldim..

B: Ben
Ç:Çorapçı
----------o-----------

B: Selamın aleyküm abi..

Ç: .....

B: Şu Nike olan çoraplar kaça abi?

Ç: Neyk?

B: Şu ilk sırada olanlar.. Kaça veriyosun tanesini?

Ç: Onlar sana yaramaz..
B: Efendim abi?

Ç: Yaramaz onlar sana..

B: Hang.. Yaraya... Öhm.. Hangisi yarayanlar abi, onlardan alalım..

Ç: O da bende yok..

B: Haa.. Oldu o zaman abi. Eee, kolay gelsin, hayırlı işler...(Bu cümlede ses giderek inceliyo, en son yunus sesi gibi, frekansından dolayı duyulmaz oluyo.)
----------o----------

Hop, topuk... Adamdan parayla çorap alacaktım, ekonomisine katkıda bulunacaktım, adam bana çoraplarını satmadı aga.. Sana yaramaz diyo. Vermicem diyo. Paranla alamazsın diyo. Götün yiyosa tartış.. Yemez.. Yemedi de zaten. Uzadım derhal. Hoş hikayenin devamı mutlu sonla bitiyo. 50 metre uzaktaki çorapçıya gittim, 10 tanesini 5 milyona bıraktı. Ama o tavır bambaşkaydı. Adam kendinden o kadar emin. Müşteri seçiyo.. Rolls Royce satacak ya bana, Rolex satacak ya bana, müşteri seçiyo. Artık bilmiyorum denyosuna mı denk geldik, çakma çorap satmaktan adamın beyni mi kamaşmış, hanıma mı kızmış.. Çok da düşünmedim çorapları siyah poşete koydurup otele geri döndüm. Daha da kolay kolay çıkmadım otelden.

Bu hikaye de burda bitti.. Öperim..

*Dipnot: Konudan bağımsız, bi iki hafta falan et yemeyi bıraktım. Bu kurban bayramında tak etti canıma. Kesip kesip yiyoz hayvancıkları, çok tepem atıyo. Tamam yani protein bi şekilde, demir, beyin için gerekli falan filan ama, günahsız hayvanları çatır çutur kesip de kan banyosu yapmanın da bi alemi yok. Hele ki kurban etini, Charles Darwin gelse yediremez .mına koyim...

Blog Widget by LinkWithin